21 Temmuz 2013 Pazar

MABED VE AŞK!


 Mabed:
 Dünya üzerinde var olan en eski varlıklardan biri.İnsanoğlu yeryüzüne indiği zamandan beri var olmaya başlayan ve her yaşam alanı için önce inşa edilen ve insanoğlunun yaşamını onun etrafında şekillendirdiği şey.Peki neden önce mabed?
 Önze inanç var çünkü.İnsan bir şeye inanır ve o inanç etrafında hayatını şekillendirir.Biz müslümanların da yaşamak için gittiği her yerde yaptığı ilk şeydir mabed.Örneğin 'kabe'.Adem aleyhisselamın barınmak için ev yapmak yerine önce 'kabe'yi inşa etmiş.Yine peygamber efendimiz Hz.Muhammed de Medine'ye hicret ettiğinde ilk olarak Mescid-i nebeviyi inşa ettirmiştir.Çünkü insanoğlu inancına aşıktır ve o inanç olduğu sürece önce inancın gereksinimlerini karşalayacaktır.
 Türk toplumu da müslümanlığı kabul ettikten, hele ki Anadolu'ya yerleştikten sonra her yeri kendi mabedleriyle donatmışlardır.
İstanbul'un fethiyle daha da genişleyen islam coğrafyasında mescidler,camiler ve ulu camiler sarmıştır.Öyle ki mabedlerin mimarisinde içlerindeki aşkı dışa vurmuşlardır.Tam bir sanat eseri halinde yapılmaktadır camiler.Devir Kanuni devrine geldiğindeyse muazzam bir şahlanışa geçecektir mabedler.Zira ortaya Mimar Sinan gibi bir deha çıkacak ve donatıp süsleyecektir her yeri.
 Mabedin aşkla ne bağı var diye düşünecekseniz eğer Sinan'ın hayatına ve eserlerine bakmanız sizi tatmin edecek emin olun.Kısaca hatırlatayım sizin için...
 Hepinizin bildiği bir hikaye;hani Mimar Sinan'ın beşeri aşkına kanıt olan Mihrimah Sultan camiileri..Beşeri aşkla başlayıp onu ilahi aşka kanatlandıran mabedler.Biri Üsküdar'da diğeri ise Edirnekapı'da.Öyle bir hesap ki her iki camiiyi aynı anda görebilecek bir konuma geçtiğinizde,tabii ki 21 mart'(Mihrimah sultanın doğum günü)da gece ile gündüz eşitlendiğinde.Edirnekapı'nın üzerinden 'mihr'(güneş) usulca alçalmakta iken aynı anda Üsküdar'dan 'mah'(ay) yükselmekte.Öylesine ince bir hesap ki Mimar Sinan'ın ki akıl şaşıyor.Aşkı, mabedlerinde can buluyor.Fakat bunlar 'aşkın mabedleri'...Benim kastım çok daha ötesi,ilahi ve mükemmel olanı,'mabedin aşkı' yani Selimiye...
 Koca Sinan'ın ustalık eserim dediği o muhteşem yapı,aslında onun en olgun hali ve ilahi aşkın bir mabedde hayat bulması.Camii'nin fiziksel özellikleri anlatmakla bitmez elbet.Onların hepsi bir yana dursun benim derdim Sinan'ın ona yüklediği mana da...Mimar Sinan Selimiye camiini 4 minareli ve yüksek kubbeli inşa etmiştir.Bu dört minare kubbeyi dört yanından sarar ve minareler kubbe alemi ile birlikte göğe yükselmektedir.Selimiye için yazdığı dizelerde şunu söyler Mimar Sinan:
  'Menar-ı çar guya çar-yarı Fahr-i alemdir
  O günbedde alem nur-ı Nebi'ye olunur ima'

 Bu beytin ilk mısrasında,Selimiye Camii'nin dört minaresinin 'çar yar-ı güzine',yani dört raşid halifeye delalet ettiği açıkça ifade edilmekte,ama daha önemlisi kubbenin tepesindeki alemin Nur-ı Nebi'yi,yani irfan geleneğimizde Nur-ı Muhammedi'yi temsil ettiği sarahaten dile getirilmektedir.
 Açıkça görülmekte ki Mimar Sinan'ın Mabedin Aşkını simge eden bu dizeleri yazarken ilahi aşkı bulduğuna başka kanıt aramaya gerek bırakmamıştır.Aşkın Mabedleri mi?Mabedin Aşkı mı?
 Takdir sizin.Seçim sizin.Yol sizin.
 Ey Garip,sen de hakikat arıyorsan kendini mabede ada!Mabud'a yönel!Abid ol! Ol ki Mabedin Aşkını bulasın...

16 Temmuz 2013 Salı

En dikkat çekici olandı,en kuytuda kalanı...




En dikkat çekici olandı,en kuytuda kalanı...

 Belki yalnız benim için böyle,belki bir çoğumuz için.Bugün kendimce sorguladığım şey 'acaba gerçekten dikkat edilmesi gereken şeyler mi gözlerime takılan? Yoksa tümüyle gözlerimin es geçtiği yerlerde mi hepsi?'...
 İnsanımız maalesef ki duyarlılığını kaybetmekte.Düşündüm ki 'kimse kimsenin her şeyi olamaz' ama bir kimse diğerinin bir şeyine fayda sağlayamaz mı? 
-Elbette sağlayabilir.
O halde nedir böyle vurdumduymaz yapan bizi?
Niçin bu denli kaçar olmuşuz bir şeylerin sorumluluğu altına girmekten?
Cevabı basit:Baktığımızı görmüyoruz ya da görmek istemiyoruz.
 Bu cevaptan sonra bir sual daha geldi aklıma: Bu isteksizliğin sebebi ne peki?
Giderek uyuşan ve bencilleşen ruh-u hayvanimiz mi?
Yoksa ben ben diye bizi inleten ve gördüğü işine gelmeyen her şeye yüz çeviren,yokluğunda bizden bir şey bırakmayan o 'ego'muz mu?
İşte bunların cevabını bulmaksa daha zor benim için.Öyle ya hoşnutsuz kaldığım çoğu şeyi bende mi yapıyorum acaba diye korkar oldum.
 Gelin birlikte bu işe biraz kafa yoralım ve artık bir şeyleri görelim.Neden sorgulamaksızın sevelim bir çocuğu.Bir hayvana su verelim sıcaktan kavrulan...
 Bir müslüman kardeşimizin haline duyarsız kalmayalım.Hiç değilse dua edelim içtenlikle...
Mısır'a,Filistin'e,Suriye'ye,Libya'ya ve adını zikretmediğim nice kan gölüne dönmüş topraklarda olan kardeşlerimize.Mübarek günlerin hatırına,Kelime-i Tevhid hatırına.Hal ile olmasa dahi kaal ile yanaştıralım oruçlu kalplerimizi birbirine.Pakistan talibanı olmasak da,'müslüman kardeşler'e katılmasak da,gelin yaşanan binbir acının pençesindeki kardeşlerimize dua edelim.Ki zahirde olan bu zevali,kemale eriştirecek olan yüce rabbimize olsun niyazımız.Ondan gayrısının görmese de olacağı o kıymetli niyazımız.Sesimi duyan herkese sesleniyorum.
Müslüman aleminin ramazan-ı şerifi hayırla tamamlansın inşallah...(Amin)

14 Temmuz 2013 Pazar

RAMAZAN-I ŞERİF'E DAİR BİR ALINTI



6 Eylül 2008


Erbabı görüyor olmalı, Ramazan günlerini oruc'un hakikatinden mahrum bir surette geçirmekle kalmıyor, kendimiziesrarından da uzak tutuyoruz.
İbadetlerin, hakikati dışında, bir ahkâmı (açık hükümleri, kuralları) olur, bir de esrarı (sırları, yani gizli kuralları).
Din adamlarının (ulema-yı rüsumun) bildikleri, orucun açık hükümlerinden ibarettir. Onlar ancak bildikleri hakkında konuşabilirler. Bildikleri, yani okudukları hakkında. Sadece kendilerine söyleneni söyleyebilirler, öğretileni.
Oruçluyken yapılacak ve yapılamayacak olan işleri sıralarlar ve sonra bu kurallara titizlikle uyulmasını tavsiye ederler.
Kurallara uyanların kurtulacağı, uymayanların ise helâk olacağı bildirilir.
Doğrusu da budur. Açık hükümlere uyanlar kurtulurlar; uymayanlarsa helâk olurlar.
Lâkin bir şartla. Herkes hangi seviyede helâk olabilecekse ancak o seviyede necat bulabilir. Başka bir deyişle kişinin kârı, zararı nev’indendir.
Demek ki kârın mertebeleri olduğu gibi, zararın da mertebeleri vardır ve yapıp yapmadıkları, her kulu, kendi mertebesinin kârına ve zararına ulaştırır.
Cennetin de, cehennemin de mertebeleri vardır. Herkes kendi mertebesinin cennetine ve yine kendi mertebesinin cehennemine gidecektir.
Herkes bu dünyada da, öte dünyada da istediğini alacaktır. İstediğini ve beklediğini.

İbadetlerin esrarı, yani gizli hükümleri, okumakla öğrenilmez. Sırlar, bilenlerin değil, görenlerin nazarına açarlar kendilerini.
Zahire değil, bâtına bakanların nazarlarına.
İbadetlerin esrarı okumakla elde edilmez bu yüzden. Yaşamak gerek. Bizzat nefsinde görmek gerek. Açlığı bütün hücrelerine kadar hissetmek gerek.
Efendimiz, düşünmek ibadetin yarısıdır, az yemekse ibadetin ta kendisidir, diye buyurur.
Orucun Arapçası savm ve siyamdır ve her iki kelimenin anlamı da tutmak’tır. Nefsi tutmaktır, tutulması gereken ne varsa, ondan: yiyecekten, içecekten, şehvetten, öfkeden, kinden, nefretten, hasedden, sevgisizlikten, hayvanlıktan.
İştah ve şehvet, iki sözcük de aynı kökten.
Adem ile Havva, yaşam ağacından yedikleri için cenneten kovulmuşlardı.
Ne garip değil mi, iştah ile şehveti bir araya getiren bir eyleme kalkışmaktı bütün suçları. Yemek.
Türkçe’de hem isim, hem fiil: yemek yemek.
Oruç, en azından iştah ve şehveti kontrol altında tutmaktır. Kuvve-i şeheviye'yi.
Ve elbette, saldırganlığın her türlüsünden uzak durmaktır, yani kuvve-i gazabiyenin dizginlerini ele geçirmektir.
Niçin?
Kalbin kapılarını açabilmek için.
Zihnî melekeleri daha kuvvetlendirebilmek için.
Nefsin mâlâyâni işlerinden kurtulup ruhun derinliklerine dalmak için.
Bir süreliğine de olsa hayvanlığı bırakıp insan olduğumuzu hatırlamak için.
Aç olmakla değil ama, bile isteye aç kalmakla varoluş arasındaki güçlü bağlantı, çağdaşlarımız tarafından görülemiyor ne yazık ki.
Dindarlar belirli saatlerde aç kalmayı marifet biliyorlar ve vazifelerini yaptıklarını düşünüyorlar.
Pekâlâ, zahiren makbul olsun oruçları.
Lâkin bir sürü para harcayıp pahalı restaurant’larda açık büfe iftar yapanların orucu ne derece makbuldür, biraz olsun düşünmeli değil mi?
İftar değil ki bunun adı, bilâkis tıkınmak, hatta yemeğe saldırmak. Hiçbir ayda olmadığı şekliyle hem de.
Şatafatlı sofralarda debedebe içinde iftar yapmak görgüsüzlüktür. Ramazanın ruhaniyetine tecavüzdür. Orucun maneviyatını ihlâldir.
Bu dindarca şatafat ve debdebenin sebebi ne?
Güya İslâm’ı, İslâmî ritüelleri kamusal alanda görünür kılmak!
Bunca tantana, sırf  görünür olmak pahasına. Yılbaşının gürültüsüyle yarışırcasına.
Zarf bütün cesametiyle ortada, peki ya mazruf?
İbadetten beklenen o sükun ve nezaket, o maneviyat ve ruhaniyet, acaba açık büfe iftarlarda mı?
Tüketim toplumunda açlığın faziletlerinden konuşulabilir mi?
Konuşulamaz.
İktidar ve hâkimiyetin olduğu yerde ihlâsa ihtiyaç duyulur mu?
Duyulmaz.
Ahmed Avni Konuk, Şerh-i Mesnevî’de, aşk öyle bir şeydir ki onunla Hakk’ın sırlarının kokusu duyulur, der.
Mütevazi bir iftarla açılacak oruç da böyledir.
Ey talib, sorduğun için söylüyorum:
Orucu ne kadar ve nasıl tuttuğun çok önemli değil, asıl önemli olan, orucu nasıl açtığın.
Sen, Muhammed’in yetimlerinden ol, orucunu, asıl açarken tut!


13 Temmuz 2013 Cumartesi

GİRİZGAH

Belki bir edebi metin niteliği taşımasa da bir süreklilik arz edecek olan yazılarımın ilkine ; bir açılış mahiyetinde girizgah yapmak istedim.Güncel her konuda yzılar paylaşacağım gibi mesleğim olan şehir ve mimari,üzerimize bilmenin farz mahiyetinde olduğu tarih ve biraz da felsefi yaklaşımlarla içimi dökmeye çalışacağım.Umarım okuyanların(tabi okuyan olursa) faidelenebileceği içerik oluşturabilirim.Saygılarımla Nezir ÜNAL.