26 Ekim 2013 Cumartesi

KUŞLAR GİBİ-Twitter üzerinden sosyal medya algısı

  Ötücü kuşlara (ingilizce'de) 'twitter' deniyor.Kuşların hayatını gözleyen uzmanlara göre,ötmenin kuşlar için hayati iki işlevi var.Birbirleriyle bağlantıda kalmayı sağlıyor ve kendi bölgelerini başka kuşların ihlalinden koruyor.Kuşların ötüşü bundan başka anlam taşımıyor,dolayısıyla içerik anlamsız sayılıyor.İşe yarayan tek şey çıkarılan ve duyulabilen o tanıdık ses.
  2006 yılında henüz öğrenciyken internette 'twitter' ı kuran Jack Dorsey'in kuşlara özgü bu yüz milyonlarca öncesine dayananalışkanlıktan esinlenip esinlenmediğini bilmiyorum.Ancak bu sitenin aylık 55 milyon ziyaretçisi bilerek ya da bilmeyerek bu alışkanlığı sürdürüyor.Twitter'ın yöneticileri ''Twitter'ın dostlar,aileler ve iş arkadaşlarının, 'ne yapıyorsun?' gibi basit bir soruya hızlı ve sık yanıt vererek iletişim kurup bağlantıda kalmalarını sağlayan bir hizmet'' olduğunu belirterek yeni kullanıcıları mevcut kullanıcılar(ben de bunlardan biriyim) ordusuna davet ve teşvik  ediyorlar.bildiğiniz gibi cevaplar sadece hızlı ve sık değil aynı zamanda hazmı kolay,derli toplu ve kısa olmalı(tıpkı kuş ötüşü gibi),140 karakteri geçmemeli.Doayısıyla ötülen eylem 'peynirli pizza yiyorum' , 'uykum geldi' , ' ölesiye sıkılıyorum' veya 'camdan bakıyorum' gibi cümlelerim ötesine gidemez.Bu usül sayesinde eylemlerimizin nedenini,maksadını ve onlara eşlik eden duygularımızı ifade etmekteki kronik hatta utanç verici suskunluğumuz ve beceriksizliğimiz bir handikap olmaktan çıkıp erdem haline geldi.Bizden bir farkı olmayan herkese ve bize şu veya bu anda ne yaptığımızı bilmemizin ve başkalırına bildirmemizin önemli olduğu söylendi ve biz de inandık.En önemli mesele göz önünde olmak.Neden yaptığımızın ve ne düşündüğümüzün önemi yok.
  Yüz yüze ilişkinin yerini ekrandan ekrana ilişki alınca temasa geçen şeyler yüzeyler oluyor.Bunun sonucundaysa insani temastaki içtenlik,derinlik ve süreklilik zarar gördü.
  Daha hızlı, daha kolay ve tasasız bağlantıların destekçileri ve ateşli taraftarları,bizleri kazanımların kayıpları telafi ettiğine ikna etmeye çalışıyor.Örneğin 'faydalar' başlığı altında Wikipedia'dan öğrendiğimize göre 2008 bombay saldırılarında trajedi gözler önüne seriliyor.Görgü tanıklarının her 5 saniyede 80 twitt attıkları ve bu sayede olay yerindeki ölü ve yaralı listesinin çıkarılmasında büyük fayda sağlandı.Ocak 2009'da US Airways 1549 sefer sayılı uçak kalkıştan kısa bir süre sonra bi r kuş sürüsün ün içinde kalarak Hudson nehrine iniş yapmak zorunda kalmıştı. Düşen uçağın tahliyesi sürerken yolculardan James Krums  merkez medya olay yerine varmadan fotoğrafları çekip TwitPic'e yükledi.Fakat bu gibi vakıaları yorumlamak,hüsrana uğramış milyonlarca kaybedenin hiç lafını etmeden zaman zaman kazanan bir kaç talihliyi göstererek müstakbel piyango bileti alıvılarını,bilet almanın genelde işe yaradığına inandırma gayretkeşliğini andırıyor.Kabul edelim : İnsanların iletişiminde değişen teknolojilerin etkisi,kayıplar ulusallaştırılırken kazançların özelleştirilme eğiliminde olduğu,banka güdümlü ekonomilerin başarılarına benziyor.
  Yine de Twitter'ı kullanmanın daha farklı,daha genel bir yararı var.Asıl cazibesi buran geliyor olabilir.Descartes'in ünlü varoluş teoremi 'düşünüyorum o halde varım' ın yerini kitle iletişiminden ibaret çağımıza uygun bir şekilde güncellenmiş hali almış : 'görülüyorum(ötüyorum) o halde varım' .Ünlüler buna bir örnek.Yaptıklarının içerik ve öneminden çok o şeyi yapmaları ve orda oldukları bilinmeleri yeterli.Bu kadar çok insanın onları takip etmesinin,adımlarını izlemesinin bir hikmeti olmalı değil mi? Bu kadar çok insan aynı anda yanılıyor olamaz! Burada aslında Daniel Boorstin'in unutulmaz sözü durumu özetliyor : '' Çok tanınmasıyla tanınan kişi şöhrettir.''
  Sonuç mu? Ne kadar sık ötersem ve öttüğüm ne kadar çok insan tarafından görülüp ziyaret edilirse,çok tanınanlar safına katılma şansım o kadar artar.Ünlüler örneğindeki gibi ne hakkında öttüğüm gerçekten önemsizdir.
  Önemsenmenin görülmekten geçtiğine inanmayı bellemiş ama yine de insanları 'görülen ve  görülmeyen' diye birbirinden ayırmaya  devam  etmiş o az sayıdaki ünlü insan için renk renk magazin dergileri ve haberleri ne sağlıyorsa , biz sıradan insanlar için de Twitter bunu sağlamaya devam ediyor.Sokak alışverişine mahkum bizler için twitter,özel butiklere ulaşamamanın yarattığı kırıklığı biraz olsun dindirir. '' Görüyorum o halde varsınız '' .
  

17 Ekim 2013 Perşembe

DEMOKRATİKLEŞME PAKETİ ve İSLAM


REFORMLAR paketinin içinden Sünnî çoğunluğun din, inanç, inandığı gibi yaşamak hürriyeti konusunda ümit ve temenni ettiğim maddeler çıkmadı.
*Cumhuriyetin ilk yıllarında kapatılmış olan İslam Medreselerinin tekrar açılması. Medreselerin kapatılması insan haklarına, millî kimliğe, millî kültüre, din hürriyetine vurulmuş çok büyük bir darbeydi. Heybeliadada’daki Rum Ortodoks Ruhban Mektebinin açılması planlanıyor da, İslama hizmet edecek ulema ve fukahanın yetişeceği medreselerden niçin hiç söz edilmiyor?
*Tasavvuf tarikatlarının tekrar açılması. Vaktiyle Mason locaları da kapattırılmıştı. Bilahare onlar açıldı ama İslam tekke, zaviye ve dergahları hâlâ kanunla kapalı tutuluyor. Bu büyük bir zulüm değil midir?
*Bin yıllık millî alfabemiz üzerindeki yasakların, Osmanlıca kitap, dergi, gazete çıkartılmasını engelleyen kanunun kaldırılması.
*Şapka Kanunun kaldırılması.
*Diyanetin ya tamamen bağımsız veya özerk hale getirilmesi. Diyanet İşleri Başkanını siyasî iktidarın değil, icazetli Müslüman ulemanın seçmesi.
*Evkaf-ı islamiyenin (İslam vakıflarının) bağımsız veya özerk hale getirilmesi.
*Tevhid-i Tedrisat Kanununun kaldırılması, Müslümanlara Tevhidî eğitim yapacakları bağımsız İslam Mektepleri açma hürriyetinin verilmesi.
*Ayasofyanın, Fatihin vakfiyesine uyularak tekrar cami haline getirilmesi.
*Cuma gününün resmî tatil yapılması. Türkiye Yahudileri cumartesi, Hıristiyanları Pazar günü tatil yapıyorlar da Müslüman çoğunluk niçin Cuma günü tatil yapamayacakmış?
Evet reform paketinde Alevî hakları var da, niçin Sünnî hakları yok?
Ağlamayan çocuğa meme vermezlermiş. On milyonlarca Sünnî haklarını aramıyor, meşru isteklerini bildirmiyor.
Sünnî kesimin çoğunluğu üzerine sanki ölü toprağı serpilmiştir.
Tek bir Ümmet olması gereken Sünniler bin parçaya, hizbe, gruba, sekte, İslamcılığa ayrılmıştır.
Sünnîlerin içine bir sürü casus, ajan, istihbaratçı, provokatör, uyutucu, uyuşturucu, yönlendirici sokulmuştur.
Sünnî çoğunluk, böl parçala hükm et prensibi uyarınca param parça, darmadağınık hale getirilmiştir. Sünnî çoğunluğun ağlayacak, isteyecek, hak arayacak hali bile kalmamıştır.

7 Eylül 2013 Cumartesi

İmam Zeyd Şakir Üzerinden Müslüman Erkek Eleştirisi



 Dün Amerika’nın önemli dini liderlerinden birisi olan İmam Zeyd Şakir’i dinlemek için Yazarlarbirliğin’de Mavera Gençlik Hareketi’nin toplantısına katıldım. Onu ilk gördüğümde sanki müslümanlarda hep aradığım birşeyi bulmuş gibi hissettim. Daha hiç konuşmamıştı ama karşımda duran görüntüsü bile beni etkilemeye yetti. Kıyafetlerindeki sadelik, temizlik ve düzgünlük bana peygamberimizi (s.a.v) hatırlattı. Yüzündeki tebessüm ve olgun ifade sanki uzun zamandır buralarda görmediğim bir ifadeydi.
   Türkiye’deki din hocalarının, kavgası, gürültüsü, kravatı, şatafatı, yüzüğü iyice gözüme battı ondaki bu dinginliği görünce. Ve aynı zamanda tesettürden tamamen yoksun olan müslüman erkekler geldi gözümün önüne. Çünkü Türkiye’de tesettür kadına ait birşey olarak tanımlanmıştır ve müslüman erkeklerin büyük çoğunluğu sokaktaki herhangi bir adam gibi giyinirken kendinde en ufak bir rahatsızlık hissetmemiştir. Kendi dış görünüşüne dikkat etmedikleri yetmiyormuş gibi, gittikçe bozulduğunu iddia ettikleri başörtülü kadınlardan bahsetmeyi çok severler. Oysa en kötü örtünen kadın bile herhangi bir müslüman erkekten üstündür tesettür bağlamında, çünkü gittiği her yerde bir müslüman olarak tanıtmaktadır kendini. Ve leb demeden leblebiyi herkes anlamaktadır başörtülü bir kadını görünce. Oysa müslüman erkeklerin büyük çoğunluğunun ne olduğu belli değildir, ve tam da bu yüzden garip bir rahatlık sarmıştır onları.
   Her yere girip çıkabilir onlar. Ve bunun için çeşitli gereklilikler de uydurabilirler. Sonuçta kimliksiz ve tarafsız bir bölgede dururken insan, her yerde başka bir insan olabilir. Bundan vazgeçmek, inandıklarını saklamadan dolaşmak ve buna gelen tüm tepkilere göğüs germek cesaret ister. Aynı zamanda da nefsinden uzaklaşmayı gerektirir. Çünkü İmam Zeyd Şakir gibi giyinen bir müslüman erkek, eşine dönüp de şu ortam sana uygun değil, ama benim iş için oraya gitmem gerekiyor demez. Çünkü eşi kadar tesettürlü olan bir erkek, kendi için de uygunsuz görür eşinin gidemeyeceği yerleri. Böylece o yapay çizgi ortadan kalkar, kadın-erkek konusu değil müslümanlık konusu önplana çıkar. Bir kadın neyi yapar yapamaz tartışmasının yönü değişir, bir müslüman neyi yapar yapamaz noktasına gelir. Ve bu durum pek çok müslüman erkeğin hayata bakışını değiştirir. Tesettür bu kadar önemli birşeyken, günümüzde müslüman erkeklerin pek çoğu bunu terketmiştir.
   Bu tartışma yalnız bir tesettür tartışması değil. Bunu Türkiye’de başörtülü olmayı deneyimleyen tüm müslüman kadınlar rahatlıkla söyleyebilirler aslında. Ama öyle alışılmış bir konu halini aldı ki örtünmeye olan bakışımız, müslüman kadınlar bile hala birbirlerinin kulağıyla, saç teliyle uğraşmakla meşgul. Çünkü müslüman kadınların pek çoğu da tesettür konusuna ve kendilerine dışarıdan bir erkeğin gözüyle bakıyorlar.
   Sürekli olarak kendini suçlu hissetme, eksik hissetme ve taciz-tecavüz gibi ciddi konularda bile bunun birinci suçlusunu hala kadının kıyafetinde arama zihniyetideler. Müslüman bir erkeğin herhangi bir dini bilinci veya sorumluluğu olduğunu hiçkimse aklına bile getirmiyor. Bu konu çok kapsamlı ve uzun uzun tartışılması gereken bir konu. Ben şu anda yalnızca tesettür bağlamında bu konuya bir giriş yapmak istedim.
   Tesettür aslında islamın ataerkilleştirilmesine örnek olarak gördüğüm konulardan birisi o nedenle bu konuyu diğer konulardan bağımsız olarak ele alamayacağımızı düşünüyorum. Bütün bunlar islam’ın çeşitli şekillerde yozlaşmasının örnekleridir. Fakat her nedense, islam’ın parçası haline getirilen bu sapmalar artık tartışma konusu bile değildir.
   Zaten tartışma gündemimizin ne olduğu ve neleri konuştuğumuz da gayet politik bir biçimde belirleniyor. Biraz uyanık davranıp, bize konu olarak sundukları şeyleri reddedip asıl konuşulması gereken şeyleri hatırlatmamız gerekiyor kimi müslüman liderlere. Sürekli kadına haddini ve yerini bildirme, kadının nerde nasıl davranacağını konuşma durumu artık patalojik bir hal aldı. Kadınların dini yaşaması üzerinden cennete gideceğini zanneden müslüman erkekler, aslında kendilerinde kaybettikleri pek çok şeyi bir başkasında yaşatarak rahatlamaya çalışmaktan başka birşey yapmıyorlar.
   Tekrar İmam Zeyd Şakir’e dönecek olursak, pek çok farklı dini ve ideolojiyi deneyimleyerek en sonunda müslüman olan İmam,  yaşamını anlamlı hale getirmenin yollarını ararken karşısına çıkan farklı düşüncelerin hepsinin bir yerde tıkandığını ya da ona yetmediğini söyledi.  Burada eşitlik ve adalet kavramları arasıanda yaptığı karşılaştırma bence çok önemliydi. Yaşamının bir döneminde Marksistliği benimediğini, ancak Marksizm’deki birebir eşitlik anlayışının aslında adaletli birşey olmadığını, İslam’ın eşitlikten bir adım ötesini, yani herkes için adaleti istediğini anlattı. Müslüman oluşunu anlatırken kurduğu şu cümle çok hoşuma gitti: ”Bir Batılı olarak en son dönüp bakacağım din tabi ki İslam’dı”. 
   Konuşmasında özellikle “self-interest” konusuna değindi. Yani insanın kendi çıkarlarının herkesin çıkarlarından üstün sayıldığı bu yüzyılda bir müslümanın bununla ilişkisi nasıl olmalı, bunun üzerinde durdu. Bunu anlatırken özellikle sevgi kavramından yola çıkması bana yine Türkiye’deki müslüman erkeklerin büyük çoğunluğunun rasyonelleşmesi ve duygusuzlaşmasını hatırlattı. Duyguları kadınlara has birşey olarak tanımlayan ataerkil-kapitalist sistemde rasyonalite ve akılcılık herşeyden üstün tutulur. Ve saf akılcılık sonunda insanı “self-interest” dediğimiz şeyin içine hapseder, çünkü duygulardan yoksun bir akıl eksik bırakılmıştır. Belki de İmam Zeyd Şakir’e bu huzurlu görüntüyü veren şey hala sevgi diye birşeyden bahsedebiliyor olmasından kaynaklanıyordu. Belki de onu bu kadar olgun yapan şey, kendini kapitalist sistemde tanımlanan rasyonel erkek aklından uzaklaştırmasıydı. Çünkü üzerine basa basa anlattığı başkalarını düşünme, fedakarlık etme gibi şeylerin temeline sevgiyi koyuyordu. Ve bu çizdiği tablo rasyonelliğin kuruluğundan uzak, duygularla beslenmiş bir düşünceyi ifade ediyordu. 
   İmam Zeyd Şakir’de bir bütünlük duygusu vardı sanki. Yani herşeye bütüncül olarak bakarak, birbiriyle bağlantılandırarak açıklama. Onun İslam’a olan bu yaklaşımı insana İslam’ın özünü hatırlatıyor. Geçmişte içinde bulunduğu çeşitli düşüncelerin bazılarında spiritual olanın yoksayıldığını, bazılarında ise social olanın yoksayılarak tamamen bencil bir ruhsallık üzerine kurulu düşünceler olduğunu anlattı. İslam’da bulduğunu söylediği şey bunların bütüncül olarak sunulmasından başka birşey değildi aslında. Yine bu noktada da aklıma Türkiye’de ikiye bölünen İslami anlayış geldi. Yani kabaca ikiye ayıracak olursak, yalnızca duyguları ve bireysel maneviyatı ön planda tutan bir İslam ya da sürekli toplumsal konularla ilgilenen ve pratik yaşamımızın önemine vurgu yapan bir İslam. İmam Zeyd Şakir’in anlattığı İslam’da “ya o ya o” değil “hem o hem o” vurgusu vardı. Bence en çok bu yüzden İslam’ı derinlemesine anladığını hissettirdi bana. Şu an Türkiye’li müslüman gençler de bu ayrımın arasında kalmış durumda. Ve bu konuda bizlere böyle bütünlüklü bir yaklaşım sunan hocalara ihtiyacımız her geçen gün artıyor. İşte İmam Zeyd Şakir’in durduğu nokta bu yüzden bizler için çok önemli. 
Saygılarımla.
(Not: caydanlikpolitiktir.tumblr.com  dan alıntıdır. )

17 Ağustos 2013 Cumartesi

KISIR DÖNGÜ


önce yiyecek bi şeyler istiyorum, ardından hani üzerimdeki kıyafeti de değiştirsem mi ne tripleri..sonra yalnızmış ve dertliymiş gibi bi arayış..durup durup aşk istiyorum ve sonunda aşık oluyorum..bu da yetmiyor aşık olduğum kişiyi istiyorum deliler gibi yüzsüzce...insana hizmet eden tüm o maddeleri elde ediyorum ve tamam belki hak ediyorum da... ama o insanı hak ediyo muyum?layık mıyım onun hayatına kıyısından köşesinden girmeye?kimim ben? ne haddime diyrum tüm bu duygular...sonra gece oluyo bir resmini açıp öpüp uyuyorum..kalkıyorum ve açlık telaşıyla güne başlayıp devam ediyorum..ve evet ben senin etrafında kısır dönüyorum..

16 Ağustos 2013 Cuma

SEVME SANATI



... Sevgi, sevdiğimiz şeyin yaşaması, gelişmesi için duyduğumuz etkin ilgidir.

... Olgun sevgi, “Seni sevdiğim için sana gereksinmem var” der.

Sevgi yalnız belli bir insana bağlılık değildir; bir tutumdur; kişinin yalnız bir sevgi nesnesine değil, bütünüyle dünyaya bağlılığını gösteren bir kişilik yapısıdır. Kişi yalnız bir tek insanı seviyor, başka her şeye karşı ilgisiz kalıyorsa, sevgisi sevgi değil, birlikte -yaşamaya bağlılık ya da yaygınlaştırılmış bir bencilliktir.

... Başka birisine “Seni seviyorum” diyebilirsem, “sende herkesi seviyorum, seninle bütün evreni seviyorum, sende kendimi seviyorum” diyebilmem gerekir.

... Birisini sevmek yalnız güçlü bir duyguya kapılmak değildir; bir karardır, bir yargıdır, bir söz vermedir. Sevgi yalnızca duygudan oluşsaydı birbirine ölünceye dek sevmek için söz vermek gerekmezdi. Duygular gelip geçicidir. Eyleme yargı ve karar karışmamışsa o duygunun ölünceye dek süreceğini nasıl bilebiliriz?
... Büyük çoğunluk sevme sorununu, sevmek'ten kişinin kendi sevme yetisinden çok, sevilme sorunu olarak görür. Bu yüzden onlar için önemli olan nasıl sevilebilecekleri, nasıl sevimli olabilecekleridir. Bu amaca ulaşmak için çeşitli yollara başvururlar. Özellikle erkeklerin yeğlediği yollardan biri, başarılı olmak, yaşadığı toplum içinde büyük ölçüde güç ve para elde etmektir. Kadınların seçtiği bir yol da, vücuduna, giyimine bakarak alımlı olmaya çalışmaktır. Kadınlarla erkeklerde ortak olan bir başka göze girme yolu, hoş davranışlar edinmek, ilgi çekici bir biçimde konuşabilmek, yardımsever, alçak gönüllü olmak ve kimseyi incitmemektir. İnsanın sevimli olmak için yaptıklarının çoğu başarılı olmak, “dost edinmek ve başkalarını etkilemek” için yaptıkları ile aynıdır. Aslına bakarsak bizim ekinimizdeki birçok insanın sevimli olmaktan anladığı, herkesin hoşuna gitmekle albenisi olmak arasında bir şeydir.
Sevgi konusunda öğrenilebilecek bir şey olmadığı sanısını doğuran ikinci önerme de sevginin bir yeti sorunu değil, bir nesne sorunu sanılmasıdır. İnsanlar sevme'nin kolay olduğunu, asıl güçlüğün sevecek – ya da sevilecek – nesneyi bulmak olduğunu sanırlar. Bu tutumun, çağdaş toplumun gelişme tarihinde yatan birçok nedeni vardır.
... Cinsel kutuplaşma insanı özel bir birleşmeye sürükler. Erkek ve dişi öğelerin kutuplaşması tek tek erkek ve kadında da görülür. Nasıl fizyolojik bakımdan erkekte de, kadında da karşı cinsin hormonları varsa, davranış bilimleri açısından da kadın ve erkek iki cinslidir. İçlerine alma ve nüfuz etme, madde ve ruh özellikleri taşırlar. Erkek – ve kadın da- kendi içinde bütünlüğe, ancak içindeki dişi ve erkek kutupları bağlaştırarak varabilir. Her türlü yaratıcılığın temeli bu kutuplaşmada yatar.
... Kadınla erkek arasındaki sevgide kadın da, erkek de yeniden doğar.
... Sevgide iki varlığın bir olması, gene de iki ayrı varlık olarak kalabilmeleri ikilemi gerçekleşir.... O denli üstüne düşmesi çocuğunu çok sevdiğinden değil, onu sevememesini gizlemek istemesindendir.
... Bu açıdan bakılırsa insanın kattığı anlam dışında yaşamın hiç bir anlamı yoktur; insan başkalarına yardım etmediği sürece yapayalnızdır.
... Başka birisine kendime yetemediğim için bağlanıyorsam, karşımdaki kadın ya da erkek benim için bir cankurtaran olabilir belki ama aramızdaki bağ sevgi bağı olamaz. Çelişik gibi görünse de yalnız kalabilme yeteneği sevebilme yeteneğinin tek koşuludur.
... Sevgi bir etkinliktir; edilgen bir olay değildir; bir şeyin içinde olmaktır, bir şeye kapılmak değildir. Sevginin etkin özelliği, en genel biçimde şöyle tanımlanabilir; Sevgi vermektir, almak değildir.
... Sevgiden vazgeçilemeyeceğine göre, sevgi konusundaki başarısızlığı yenmenin bir tek yolu kalıyor: Önce başarısızlığın nedenlerini incelemek; sonra da sevginin ne olduğunu anlamaya çalışmak.
... Sevgi; iki insanın birbirlerine varlıklarının özünden bağlanması, dolayısıyla her birinin de kendisini varlığının özünden tanıması durumunda doğabilir ancak. İnsan gerçekliği de, canlılığı da, sevgisinin temeli de işte bu “özden tanıma” yaşantısında yatar. Böyle yaşanan sevgi sürekli bir meydan okumadır; bir dinlenme yeri değil, tersine, birlikte oluşma, büyüme ve çalışmadır; uyum ya da çatışma, neşe ya da üzüntü olup olmaması bile önemsizdir artık; temel gerçek şudur: İki insan birbirlerini varlıklarının özünden tanırlar, kendilerinden kaçmak şöyle dursun, kendilerini buldukları için bir olurlar. Sevginin var olduğuna bir tek kanıt vardır ancak; bağlılığın derinliği, seven kimselerin canlılığı ve güçlülüğü; Budur sevginin bulunduğunu gösteren meyve.
Erich Fromm'a sonsuz saygılarımla...

21 Temmuz 2013 Pazar

MABED VE AŞK!


 Mabed:
 Dünya üzerinde var olan en eski varlıklardan biri.İnsanoğlu yeryüzüne indiği zamandan beri var olmaya başlayan ve her yaşam alanı için önce inşa edilen ve insanoğlunun yaşamını onun etrafında şekillendirdiği şey.Peki neden önce mabed?
 Önze inanç var çünkü.İnsan bir şeye inanır ve o inanç etrafında hayatını şekillendirir.Biz müslümanların da yaşamak için gittiği her yerde yaptığı ilk şeydir mabed.Örneğin 'kabe'.Adem aleyhisselamın barınmak için ev yapmak yerine önce 'kabe'yi inşa etmiş.Yine peygamber efendimiz Hz.Muhammed de Medine'ye hicret ettiğinde ilk olarak Mescid-i nebeviyi inşa ettirmiştir.Çünkü insanoğlu inancına aşıktır ve o inanç olduğu sürece önce inancın gereksinimlerini karşalayacaktır.
 Türk toplumu da müslümanlığı kabul ettikten, hele ki Anadolu'ya yerleştikten sonra her yeri kendi mabedleriyle donatmışlardır.
İstanbul'un fethiyle daha da genişleyen islam coğrafyasında mescidler,camiler ve ulu camiler sarmıştır.Öyle ki mabedlerin mimarisinde içlerindeki aşkı dışa vurmuşlardır.Tam bir sanat eseri halinde yapılmaktadır camiler.Devir Kanuni devrine geldiğindeyse muazzam bir şahlanışa geçecektir mabedler.Zira ortaya Mimar Sinan gibi bir deha çıkacak ve donatıp süsleyecektir her yeri.
 Mabedin aşkla ne bağı var diye düşünecekseniz eğer Sinan'ın hayatına ve eserlerine bakmanız sizi tatmin edecek emin olun.Kısaca hatırlatayım sizin için...
 Hepinizin bildiği bir hikaye;hani Mimar Sinan'ın beşeri aşkına kanıt olan Mihrimah Sultan camiileri..Beşeri aşkla başlayıp onu ilahi aşka kanatlandıran mabedler.Biri Üsküdar'da diğeri ise Edirnekapı'da.Öyle bir hesap ki her iki camiiyi aynı anda görebilecek bir konuma geçtiğinizde,tabii ki 21 mart'(Mihrimah sultanın doğum günü)da gece ile gündüz eşitlendiğinde.Edirnekapı'nın üzerinden 'mihr'(güneş) usulca alçalmakta iken aynı anda Üsküdar'dan 'mah'(ay) yükselmekte.Öylesine ince bir hesap ki Mimar Sinan'ın ki akıl şaşıyor.Aşkı, mabedlerinde can buluyor.Fakat bunlar 'aşkın mabedleri'...Benim kastım çok daha ötesi,ilahi ve mükemmel olanı,'mabedin aşkı' yani Selimiye...
 Koca Sinan'ın ustalık eserim dediği o muhteşem yapı,aslında onun en olgun hali ve ilahi aşkın bir mabedde hayat bulması.Camii'nin fiziksel özellikleri anlatmakla bitmez elbet.Onların hepsi bir yana dursun benim derdim Sinan'ın ona yüklediği mana da...Mimar Sinan Selimiye camiini 4 minareli ve yüksek kubbeli inşa etmiştir.Bu dört minare kubbeyi dört yanından sarar ve minareler kubbe alemi ile birlikte göğe yükselmektedir.Selimiye için yazdığı dizelerde şunu söyler Mimar Sinan:
  'Menar-ı çar guya çar-yarı Fahr-i alemdir
  O günbedde alem nur-ı Nebi'ye olunur ima'

 Bu beytin ilk mısrasında,Selimiye Camii'nin dört minaresinin 'çar yar-ı güzine',yani dört raşid halifeye delalet ettiği açıkça ifade edilmekte,ama daha önemlisi kubbenin tepesindeki alemin Nur-ı Nebi'yi,yani irfan geleneğimizde Nur-ı Muhammedi'yi temsil ettiği sarahaten dile getirilmektedir.
 Açıkça görülmekte ki Mimar Sinan'ın Mabedin Aşkını simge eden bu dizeleri yazarken ilahi aşkı bulduğuna başka kanıt aramaya gerek bırakmamıştır.Aşkın Mabedleri mi?Mabedin Aşkı mı?
 Takdir sizin.Seçim sizin.Yol sizin.
 Ey Garip,sen de hakikat arıyorsan kendini mabede ada!Mabud'a yönel!Abid ol! Ol ki Mabedin Aşkını bulasın...

16 Temmuz 2013 Salı

En dikkat çekici olandı,en kuytuda kalanı...




En dikkat çekici olandı,en kuytuda kalanı...

 Belki yalnız benim için böyle,belki bir çoğumuz için.Bugün kendimce sorguladığım şey 'acaba gerçekten dikkat edilmesi gereken şeyler mi gözlerime takılan? Yoksa tümüyle gözlerimin es geçtiği yerlerde mi hepsi?'...
 İnsanımız maalesef ki duyarlılığını kaybetmekte.Düşündüm ki 'kimse kimsenin her şeyi olamaz' ama bir kimse diğerinin bir şeyine fayda sağlayamaz mı? 
-Elbette sağlayabilir.
O halde nedir böyle vurdumduymaz yapan bizi?
Niçin bu denli kaçar olmuşuz bir şeylerin sorumluluğu altına girmekten?
Cevabı basit:Baktığımızı görmüyoruz ya da görmek istemiyoruz.
 Bu cevaptan sonra bir sual daha geldi aklıma: Bu isteksizliğin sebebi ne peki?
Giderek uyuşan ve bencilleşen ruh-u hayvanimiz mi?
Yoksa ben ben diye bizi inleten ve gördüğü işine gelmeyen her şeye yüz çeviren,yokluğunda bizden bir şey bırakmayan o 'ego'muz mu?
İşte bunların cevabını bulmaksa daha zor benim için.Öyle ya hoşnutsuz kaldığım çoğu şeyi bende mi yapıyorum acaba diye korkar oldum.
 Gelin birlikte bu işe biraz kafa yoralım ve artık bir şeyleri görelim.Neden sorgulamaksızın sevelim bir çocuğu.Bir hayvana su verelim sıcaktan kavrulan...
 Bir müslüman kardeşimizin haline duyarsız kalmayalım.Hiç değilse dua edelim içtenlikle...
Mısır'a,Filistin'e,Suriye'ye,Libya'ya ve adını zikretmediğim nice kan gölüne dönmüş topraklarda olan kardeşlerimize.Mübarek günlerin hatırına,Kelime-i Tevhid hatırına.Hal ile olmasa dahi kaal ile yanaştıralım oruçlu kalplerimizi birbirine.Pakistan talibanı olmasak da,'müslüman kardeşler'e katılmasak da,gelin yaşanan binbir acının pençesindeki kardeşlerimize dua edelim.Ki zahirde olan bu zevali,kemale eriştirecek olan yüce rabbimize olsun niyazımız.Ondan gayrısının görmese de olacağı o kıymetli niyazımız.Sesimi duyan herkese sesleniyorum.
Müslüman aleminin ramazan-ı şerifi hayırla tamamlansın inşallah...(Amin)

14 Temmuz 2013 Pazar

RAMAZAN-I ŞERİF'E DAİR BİR ALINTI



6 Eylül 2008


Erbabı görüyor olmalı, Ramazan günlerini oruc'un hakikatinden mahrum bir surette geçirmekle kalmıyor, kendimiziesrarından da uzak tutuyoruz.
İbadetlerin, hakikati dışında, bir ahkâmı (açık hükümleri, kuralları) olur, bir de esrarı (sırları, yani gizli kuralları).
Din adamlarının (ulema-yı rüsumun) bildikleri, orucun açık hükümlerinden ibarettir. Onlar ancak bildikleri hakkında konuşabilirler. Bildikleri, yani okudukları hakkında. Sadece kendilerine söyleneni söyleyebilirler, öğretileni.
Oruçluyken yapılacak ve yapılamayacak olan işleri sıralarlar ve sonra bu kurallara titizlikle uyulmasını tavsiye ederler.
Kurallara uyanların kurtulacağı, uymayanların ise helâk olacağı bildirilir.
Doğrusu da budur. Açık hükümlere uyanlar kurtulurlar; uymayanlarsa helâk olurlar.
Lâkin bir şartla. Herkes hangi seviyede helâk olabilecekse ancak o seviyede necat bulabilir. Başka bir deyişle kişinin kârı, zararı nev’indendir.
Demek ki kârın mertebeleri olduğu gibi, zararın da mertebeleri vardır ve yapıp yapmadıkları, her kulu, kendi mertebesinin kârına ve zararına ulaştırır.
Cennetin de, cehennemin de mertebeleri vardır. Herkes kendi mertebesinin cennetine ve yine kendi mertebesinin cehennemine gidecektir.
Herkes bu dünyada da, öte dünyada da istediğini alacaktır. İstediğini ve beklediğini.

İbadetlerin esrarı, yani gizli hükümleri, okumakla öğrenilmez. Sırlar, bilenlerin değil, görenlerin nazarına açarlar kendilerini.
Zahire değil, bâtına bakanların nazarlarına.
İbadetlerin esrarı okumakla elde edilmez bu yüzden. Yaşamak gerek. Bizzat nefsinde görmek gerek. Açlığı bütün hücrelerine kadar hissetmek gerek.
Efendimiz, düşünmek ibadetin yarısıdır, az yemekse ibadetin ta kendisidir, diye buyurur.
Orucun Arapçası savm ve siyamdır ve her iki kelimenin anlamı da tutmak’tır. Nefsi tutmaktır, tutulması gereken ne varsa, ondan: yiyecekten, içecekten, şehvetten, öfkeden, kinden, nefretten, hasedden, sevgisizlikten, hayvanlıktan.
İştah ve şehvet, iki sözcük de aynı kökten.
Adem ile Havva, yaşam ağacından yedikleri için cenneten kovulmuşlardı.
Ne garip değil mi, iştah ile şehveti bir araya getiren bir eyleme kalkışmaktı bütün suçları. Yemek.
Türkçe’de hem isim, hem fiil: yemek yemek.
Oruç, en azından iştah ve şehveti kontrol altında tutmaktır. Kuvve-i şeheviye'yi.
Ve elbette, saldırganlığın her türlüsünden uzak durmaktır, yani kuvve-i gazabiyenin dizginlerini ele geçirmektir.
Niçin?
Kalbin kapılarını açabilmek için.
Zihnî melekeleri daha kuvvetlendirebilmek için.
Nefsin mâlâyâni işlerinden kurtulup ruhun derinliklerine dalmak için.
Bir süreliğine de olsa hayvanlığı bırakıp insan olduğumuzu hatırlamak için.
Aç olmakla değil ama, bile isteye aç kalmakla varoluş arasındaki güçlü bağlantı, çağdaşlarımız tarafından görülemiyor ne yazık ki.
Dindarlar belirli saatlerde aç kalmayı marifet biliyorlar ve vazifelerini yaptıklarını düşünüyorlar.
Pekâlâ, zahiren makbul olsun oruçları.
Lâkin bir sürü para harcayıp pahalı restaurant’larda açık büfe iftar yapanların orucu ne derece makbuldür, biraz olsun düşünmeli değil mi?
İftar değil ki bunun adı, bilâkis tıkınmak, hatta yemeğe saldırmak. Hiçbir ayda olmadığı şekliyle hem de.
Şatafatlı sofralarda debedebe içinde iftar yapmak görgüsüzlüktür. Ramazanın ruhaniyetine tecavüzdür. Orucun maneviyatını ihlâldir.
Bu dindarca şatafat ve debdebenin sebebi ne?
Güya İslâm’ı, İslâmî ritüelleri kamusal alanda görünür kılmak!
Bunca tantana, sırf  görünür olmak pahasına. Yılbaşının gürültüsüyle yarışırcasına.
Zarf bütün cesametiyle ortada, peki ya mazruf?
İbadetten beklenen o sükun ve nezaket, o maneviyat ve ruhaniyet, acaba açık büfe iftarlarda mı?
Tüketim toplumunda açlığın faziletlerinden konuşulabilir mi?
Konuşulamaz.
İktidar ve hâkimiyetin olduğu yerde ihlâsa ihtiyaç duyulur mu?
Duyulmaz.
Ahmed Avni Konuk, Şerh-i Mesnevî’de, aşk öyle bir şeydir ki onunla Hakk’ın sırlarının kokusu duyulur, der.
Mütevazi bir iftarla açılacak oruç da böyledir.
Ey talib, sorduğun için söylüyorum:
Orucu ne kadar ve nasıl tuttuğun çok önemli değil, asıl önemli olan, orucu nasıl açtığın.
Sen, Muhammed’in yetimlerinden ol, orucunu, asıl açarken tut!


13 Temmuz 2013 Cumartesi

GİRİZGAH

Belki bir edebi metin niteliği taşımasa da bir süreklilik arz edecek olan yazılarımın ilkine ; bir açılış mahiyetinde girizgah yapmak istedim.Güncel her konuda yzılar paylaşacağım gibi mesleğim olan şehir ve mimari,üzerimize bilmenin farz mahiyetinde olduğu tarih ve biraz da felsefi yaklaşımlarla içimi dökmeye çalışacağım.Umarım okuyanların(tabi okuyan olursa) faidelenebileceği içerik oluşturabilirim.Saygılarımla Nezir ÜNAL.